Dün bir kitap okudum, tüylerim hâlâ diken diken... Nasıl diken diken olmasın, kitabın yazarı benim gençlik yıllarımın fırtına savcısı Nuh Mete Yüksel. Anlattığı olayların tamamı Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çökmüş davaların perde arkasında yaşananlardan oluşuyor. Kitapta aslında sadece Nuh Mete Yüksel’in kişisel tecrübeleri değil bir dönem Türkiye’ye musallat olmuş devlet zihniyetinin de düşünme biçimini, ilişkilerini görüyorsunuz. Gördükleriniz eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkı da bize gayet iyi anlatıyor.
Nuh Mete Yüksel, DGM yıllarını ‘Fırtınalı Günler’ başlığı altında toplamış. Ama geçen zaman içinde yargı derelerinden çok sular akmış. Mesela TKP davasında yargıladığı Yalçın Küçük’ü bugün vatansever, ülkenin birliğini ve laik cumhuriyeti savunan bir kişi olarak görüyor Sayın Savcı. Yine yargıladığı İsmail Beşikçi’yi tarif ederken ‘söylediğinin arkasında duran, geri vitesi olmayan biri’ olarak tanımlıyor. Merve Kavakçı’nın evine gece yarısı yaptığı baskını anlatırken basına sitem ediyor. Olayların nasıl da basın tarafından abartıldığını yazıyor. (Pis basın!)
83 yaşında örgüt üyesi zannıyla ifadeye makamına çağırdığı Mihri Belli’nin “Ben Anglosakson mağrurluğuna karşı yola çıktım” ifadesi ile gönlünü fethettiğini söylerken pişmanlığını da saklamıyor.
Ancak en uzun bölümü Fethullah Gülen davasına ayırmış. 7 ile 10 milyon insanın takip ettiği bir hareketi ‘terör örgütü’ kapsamında açtığı dava ile nasıl yargıladığını anlatırken herhangi bir pişmanlık veya geri vites göremiyorsunuz. Fethullah Gülen’in bir şeriat devleti kuracağına inanmış, üstelik dünya çapındaki okullardan da cemaatin diyalog arayışından da rahatsız. Neyse ki açtığı bu davayı kaybetti. Yoksa şu anda 7 milyon insanımızı gözünü karartıp cezaevine tıkabilirdi. Kitabın sayfalarında ilerlerken bir dönemin kudretli savcısının hayran veya arkadaş olduğu isimlere de denk geliyorsunuz. Mesela Hulki Cevizoğlu bunlardan bir tanesi. Alman vakıfları dosyasında H. Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programından bayağı bir faydalandığını anlıyoruz savcının. Bir diğer hayran olduğu isim Necip Hablemitoğlu. Onun da yazdığı bütün kitaplardan yararlandığı ortaya çıkıyor. Kitapta çok ilginç detaylardan biri de Necip Hablemitoğlu’nun ölümü ile ilgili. Nuh Mete Yüksel’e, Hablemitoğlu cinayetini kim haber veriyor dersiniz? Şu anda Ergenekon davasından tutuklu bulunan Ergün Poyraz. Savcıyı cebinden aradığına göre sıkı bir dostlukları olduğunu da anlıyorsunuz.
Savcı her şeye karşı
Bir dönemin DGM savcısının zihinsel yapısı karşısında dehşete düşmemek elde değil. Mesela kitapta bir bölümün başlığı aynen şöyle: ‘Türkiye’deki küreselleşmeci ya da işbirlikçi NGO’lar’. Bu bölümde İnsan Hakları Derneği, Muzlum-Der, TÜSİAD, kimi işadamları, kimi gazeteciler, çevreciler, hatta Alman vakıflarının tamamı yerden yere vuruluyor. Vurulmakla kalmıyor, davalar açılıyor; insanlar, kurumlar yargılanıyor. Savcımız bir Alman vakfı yöneticisinin hem Türk hem de Ermeni olmasına “Kökenini ortaya koymuştur” diyebilecek kadar pervasız! Yine kendi satırlarından anlıyoruz ki Hurşit Tolon Paşa’yı da çok sevip sayıyor. Savcının dava açmadığı neredeyse siyasi lider yok gibi... Ama tarihi düzeltmelere de yer veriyor. Mesela “Tayyip Erdoğan hakkında soruşturma yaptım, tutuklama talep ettim ama dava açmadım. İdam talebinde bulunmadım” diyor. Ve kitapta tek özür kelimesini de bunun devamında görüyorsunuz. Başbakan Tayyip Erdoğan’a yönelik “Eğer benim bir yanlışım varsa özür dilerim” diyor.
Pardon, özür olmasa da bir vicdan muhasebesi daha var kitapta. 1999 yılındaki meşhur Telekulak soruşturmasında F tipi mensuplarının etkisinde kaldığından, imamın askerlerine karşı mücadeleye giren (Kim acaba bu imamın askerleri?) Osman Ak ve arkadaşlarına zarar verdiğinden bahsediyor. Takipsizlik kararını geç verdiği için pişman! Kitapta Atatürkçü popçumuz Çelik ile de tokalaşırken bir fotoğrafı var. Çelik DGM savcısını ziyarete gitmiş! Nuh Mete Yüksel DGM’deyken odasını Atatürk tablolarıyla doldurmuş. Gelin görün ki 2010 yılında HSYK seçimlerinde sadece 100 oy alabilmiş. Kitap bir nevi mesleğe de bir veda gibi... Duygu dolu teşekkür sözleri ile bitiyor.
Kitabın kapağını kapatırken tüylerinizin diken diken olmaması elde değil sevgili demokrasiseverler. Bir dönemin aktörlerinin ve gücünün karşısında korkuyla titremekten başka yapacak bir şeyiniz yok. Biliyorum şimdiki yargıda da eleştirecek çok şeyler var. Ama o günleri hatırlayıp bu emeklilik ile bittiğini düşünürsek hepimize büyük geçmiş olsun!
‘Ben demiştim’ demeyeceğim
Başbakan Erdoğan, Van’da yaptığı son incelemelerde kendisini yanlış bilgilendirdiği için bürokratlara kızmış. Günlerdir burada tam da bunu yazdığımız için yemediğimiz fırça kalmadı. Oysa biz gazetecilerin işi sadece gerçekleri Başbakan’ın ve kamuoyunun önüne koymaktı. Doğru söyleyen, eleştiren herkesi düşman belleyip cephe almaktansa zamanında kulak verilseydi belki bazı şeylerin tedbiri daha önce alınabilirdi. Aksaklıkları söyleyen gazetecilerin azarlanmak yerine teşekkür edildiği bir ‘Yeni Türkiye’ hayal etmek bilmem çok mu ütopik kalır... Benim hâlâ umudum var.