26 Temmuz 2018 Perşembe

Hasan El-Benna'nın torunu aylardır Fransa hapishanesinde

Müslüman Kardeşler kurucusu Hasan El-Benna'nın kızından olan torunu Tarık Ramazan 31 Ocak 2018'den beri Fransa'da göz altında tutuluyor. Tecavüz ile suçlanan ünlü profesör, dosyada ki çelişkilere rağmen hala denetimli serbest olamıyor.

Her şey, Ekim 2017'de ABD'yi kasıp kavuran Me Too (Ben de) hareketi ile başladı. O dönemde birçok ünlü aktris, sinema dünyasının önde gelen kişilerini tecavüz ile suçlamasıyla başlamıştı.
Çok geçmeden bu sefer Fransa'da "Balance ton porc" (domuzunu ifşa et) sloganı gündeme bomba gibi düştü. Fransa'da kadınlara tecavüz edenlere domuz dendiği için seçilen slogan ile medya, siyaset ve iş dünyasından ünlüler tecavüz ile suçlanmaya başlandı.

O kadar ünlü kişinin suçlanmasına rağmen hiçbiri hakkında dava açılmadı ve olay öylece kapanıp gitti. Bir tanesi hariç. O da Tarık Ramazan hakkında yapılan suç duyurusu idi.

Henda Ayari adlı bir kadın, 2016'da yazdığı "Özgür olmayı seçtim" adlı hayatını anlatan kitabında tecavüze uğradığını anlatıyor ancak kim olduğunu sır gibi saklıyordu.



Bu olaylar üzerine, sosyal medya hesabından, Ekim 2017'de tecavüzcünün Tarık Ramazan olduğunu açıkladı.


Handa Ayiri kimdir?

Öncelikle bu kadının kimliğine bakmak gerekiyor. Gençliğinde selefi olduğu, peçe ile dolaştığı, radikal İslam yanlısı olarak öne çıkan biri. 21 yaşında tanıştığı peçeyi 13 yıl boyunca, 2010 yılına kadar takmasına rağmen, iş bulmak için başörtüsünü çıkarrtını iddia ediyor.

Selefi olan kocasından boşandığı ve 3 çocuğunun velayetini kaybettiği için bunu yaptığını anlatıyor. Hala dini duyguları o dönemde yüksek olduğu için ve suçluluk piskolojisi ile sorunlarına cevap aramak için Tarık Ramazan'la yakınlaşmaya çalışıyor.

Fakat zamanla sosyal medyada daha da açık fotoğraflarını yaınlamaya başlıyor.

2015 yıldan itibaren ise radikal bir karar alıp dernek kurarak, kendini laik, feminist aktivist olarak tanıtıyor ve başörtü karşıtı eylemlerde yer alıyor.

O yıldan itibaren özellikle Siyonist ve İslam düşmanı çevreler tarafından yakın markaja alınan Ayari, yukarda bahsi geçen kitabı da o çevrelerin yardımı ile yayınlanıyor.

Ona özellikle el uzatanların başında Caroline Fourest adlı gazeteci-yazar geliyor. Kendisi açık açık "katı laikliğin" savunucu olduğu gibi, ilginç bir şekilde de birçok kez Tarik Ramazan ile TV kanallarında tartışmış ve hakkında kitap yazmış biridir. İslam düşmanlığı ön plana çıkan bu kadının, Ramazan'ı suçlayan kadın ile yakın ilişkileri olması, Ramazan destekçileri tarafından sorgulanan bir durum olmuştur.



Tarık Ramazan ise suçlamaları reddetmesine rağmen gönüllü olarak ifade vermeye geldiği Fransa'da, 31 Ocak 2018'de tutuklanmıştır.

Tarık Ramazan ve ailesi



Ramazan'ın Anne ve Babası Mısır'dan kaçtıktan sonra İsviçre'ye yerleşiyor. Tarık'da orada doğuyor. 4 erkek ve 1 kız kardeşi olan Tarık içlerinden en ünlüsü. Türkiye'ye yakınlığı ile bilinen Hani Ramazan ile birlikte özellikle Fransa'da konferans vermeye başlayan kardeşler, binlerce genci rahatlıkla toplayabiliyor.

Tarık Ramazan, Fransa'da Müslümanların, sesi, umudu olmaya başladığında medyanın ilgi odağı olmaya başlıyor. Her televizyona çıktığında ilgiyle izleniyor, başta eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, eski başbakan Manuel Valls gibi kişileri canlı yayında alt etmesi gururlandırıyordu.
Yılda bir kere yapılan Müslümanlar kongresine onun sayesinde binlerce genç katılıyordu. Tabi bu durum islamofob ve ırkçıları çileden çıkartıyor aleyhinde kampanyalar yapılıyordu.

2017 yılında önce ağabey Hani Ramadan'ın yazdığı bir yazı nedeni ile Fransa'ya girişi yasaklandı. Daha sonra da Tarık tecavüz ile suçlandı. Ardından 3 bayan daha aynı gerekçelerle şikâyette bulundu.
Medya, istediğini bulmuş, her türlü saldırıyı yapıyordu. Hatta olayı daha da ileri götürerek kim ve neci olduğu bilinmeyen insanların ağzından pedofili suçlaması bile yapıldı.



Tecavüz suçlaması

Ramazan hakkında 4 kadın suçlamalarda bulundu. 4. Kadın İsviçre'de şikâyette bulunduğu için onun hakkında şimdilik hiçbir bilgi yok. 3. Kadın olarak bilinen kişi ise 2013 – 2014 yılları arasında 9 sefer tecavüze uğradığını iddia etmişti. Sunulan belgeler sayesinde, Ramazan, Mounia adlı kadın ile gönüllü ilişki yaşadığını kabul etti ve şikâyetin geri çekilmesini sağladı.

Dava sürecinde, gönüllü ilişki yaşadığı kişinin ilk başta tecavüz ile suçlayıp sonradan vazgeçmesi ise, Ramazan'ın itibarına yönelik hamle olarak görülüyor. Öte yandan, gönüllü ilişiklisi olduğunu bile bile tecavüz suçlaması yapan kadın hakkında hiçbir işlem yapılmadığı gibi, diğer davalar için tanık olarak atanması ayrıca göz ardı edilememesi gereken bir durum.

Öte yandan 3 kadının da ortak özelliği de hepsinin Caroline Fourest adlı gazeteci ile yakın temasta olması dikkatleri çekti.

Ayari'den sonra davacı olan kadın ise ilk başta gerçek ismi ile ortaya çıkmadı. Adına "Christelle" dendi ve sonrada Müslüman olan Fransız kadın olarak tanıtıldı. O da 2009'de bir sefer tecavüze uğradığını iddia etti. Ramazan ise ne Ayari ile ne de bu kadınla hiçbir şekilde özel görüşmediğini anlattı.

Davada yaşanan gelişmeler

Dava sürecinde birçok gelişme yaşandı. Ayari'yi tanıyan başta üvey kardeşi olmak üzere birçok kişi onun aleyhinde tanıklık etti. Kişilik bozukluğundan, dengesizliğine kadar deliller sunuldu.

Hatta ilk başlarda Ayari, Mart 2012'de tecavüze uğradığını iddia etmiş, daha sonra ise 29 Mayıs 2018'de "kesin deliller bulduğunu" söyleyerek olayın tam 26 Mayıs 2012'de gerçekleştiğini iddia etmişti.



Ancak, Ramazan'ın avukatı sunduğu delillerde, tecavüzün olduğu iddia edilen tarihten sonra Facebook görüşmelerini yayınladı. Orada Ayiri açıkça "bazı insanların ondan Tarık'ı tuzağa düşürmesini" istediğini, o da kızgın olduğu için ilk başta kabul ettiğini söylüyordu.
Buna rağmen Ramazan serbest bırakılmadı.

Asıl delil ise Ayari'nin üvey kardeşinden geldi. Sunduğu video görüntülerinde o tarihte kardeşinin, Paris'e 150 km uzaklıktaki Rouen şehrinde kendi düğününde olduğunu ispatladı. Aynı saatlerde Paris'te olamayacağı için Ayari'nin suçlamaları otomatik olarak düşmesi gerekiyordu.


Pazartesi günü, bir televizyon programında kararı eleştiren Ramazan'ın avukatı ise, müvekkilinin, kemik erimesi hastası olduğunu, 11 kilo kaybettiğini ve yürümekte zorluk çektiğini anlattı.
İddiasına göre "mahkemesini beklerken, adalet sarayında merdivenlerden düşen ancak iki saat boyunca hiç kimsenin yardım etmediği için kalkamayan", Ramazan skandal karar ile tutulması soru işaretlerini beraberinde getiriyor.



Bir diğer bomba açıklama da "Christelle" denen kadın hakkında geldi. 18 Temmuz'da, Ramazan ile yüzleşmesi gerekirken, hasta olduğu gerekçesi ile görüşmeye gelmedi.

Öte yandan Ramazan'ın destek komitesine başvuran iki araştırmacı gazeteci "Christelle'in" tecavüze uğradığını iddia ettiği gün, Ramazan'ın konferansına katıldığını belgelediklerini açıkladılar. Yani, gündüz Ramazan tarafından tecavüze uğrayan kadın, akşam onun konferansına katılması, ortada tecavüz olmadığının en büyük delili idi.


  
Buna rağmen hakimler "Ayari'nin tarihlerde çelişkilerine rağmen, genelde ciddi deliller nedeni ile hapiste tutulmasına" karar verildiğini açıkladı.



Daha sonra, 25 Temmuz'da ise, Fransa'da devletine çalışan gizli bir tanığın ifadesi basına sızdı. Tanık ifadesinde Ayari'nin kendisi ile birkaç kez görüştüğünü en sonunda onunla ilişkiye girmez ise tecavüz ile suçlayacağı söylediğini anlattı.

Tanığın söylemlerine göre, devlete çalıştığını gösteren belgeyi sunduğunda, Ayari korkup kaçmış. "Kendisi bir psikopat ve devletin ona zarar vermeye çalıştığını düşünüyor" dediği yine basında yer aldı.


Bu arada, Ayari, yine aynı çevrenin desteği ile ikinci kitabını yazdı. "Hiç bir zaman ne başörtülü, ne de Tecavüze Uğrayan" (Plus jamais voilée, plus jamais violée) adlı kitabında yine İslam saldırmayı da ihmal etmedi.  Ayrıca, Internetten kampanya başlatarak bol "avukat" parası topladı. 



Ramazan'ın tutukluk hali aslında artık siyasi bir davaya dönüşmüş durumda. Bu kadar çelişkili ifadeler ve yalanlardan sonra en azından denetimli serbest olması ve yargılanması gerekiyordu.

O kadar ünlü kişiler aynı suçlamalar olmasına rağmen ifadeye bile çağrılmaz iken çifte standart uygulanması çok bariz görünüyor.

Naom Chomsky gibi bir çok ünlü kişi de Tarık Ramazan'ın acilen serbest bırakılma çağrısı yaptı.
Intenrette tepkiler çığı gibi büyümeye devam ediyor.


Önümüzde ki günlerde, Ramazan diğer "Christelle" ile hasta olmaz ise yeniden yüz yüze gelecek. Ancak, sonuç ne olursa olsun, Fransa'da adaleti büyük bir güven sarsıntısı yaşamış durumda.

Bakalım bu sınavdan Fransa adaleti nasıl çıkacak.        

29 Ocak 2017 Pazar

Sayın Kadir Topbaş'a açık mektup !




Sayın başkanım,

Bu mektup size ulaşır mı bilmiyorum. Malum bu sıralar yüksek mevkide olan insanlara ulaşmak uzaya gitmekten daha zor.

Bu mektup İstanbul’un bir megapol olması nedeni ile şahsınıza yazılmıştır ama aslında Türkiye’de ki tüm partilerin belediye başkanlarını ilgilendirmektedir.

Kusura bakmayın pek diplomatik dilden anlamam ama maalesef memleketimizde birileri Ramazanda çadır, diğerleri de şeyi aleni olan bir heykel yapınca vatandaşa hizmet ediyor sanıyor. Üzülerek izliyorum ki birçoğu gerçek belediyecilikten uzaklar.

Gelelim asıl meselemize. Nasıl desem bilmiyorum. Hadiz siz başkansınız, vizyonu, hedefleri belirler İstanbul’u daha modern hale getirmek için kararlar alırsınız. Ama benim merak ettiğim hiç mi etrafınızda akıllı bir müdür, danışman veya sorumlu yok?

Bizler Avrupa medeniyetine asla gıpta ile bakmayız, onların da bizden öğreneceği çok şey var. Ama hiç mi birinizin Avrupa’ya ya da ABD’ye ya da başka bir ülkeye gidince içi cız etmiyor?

Kısa sürede kilometrelerce metro hattı yapan, Marmaray’ı, Avrasya’yı hayata geçiren, Yavuz Selim gibi bir mimari şaheseri yapabilen/yaptıran Türkiye şehircilik konusunda neden bu kadar çuvallamış durumda?

Allah aşkına sayın başkanım, her gün arabanızla bir yere giderken nereden gidiyorsunuz bilmiyorum ama vallahi ben utanıyorum. Hiç sokaklarda yürüyor musunuz bilmiyorum ama vallahi ben yerin dibine giriyorum.

Gelin beraber sorunları tek tek ele alalım.

1      1) Yapılanma – Kentsel dönüşüm

Burada bir parantez açalım. Bu mektup yazıldıktan sonra Sayın Cumhurbaşkanı Şehircilik şurasında dikey mimariye karşı olduğunu ve yatay mimari olması gerektiğini söyledi. İdeal olan elbette bu, ancak nereye kadar yatay gideceğiz? En sonunda ormanları, tarım alanlarını da yok etmeyecek miyiz bu şekilde? Nüfus arttıkça, insanların insanca barınabilmesi gerekiyor. Elbet gönül ister ki herkesin bahçeli evi olsun. Ama bu İstanbul veya diğer büyük şehirler için geçerli değil. Zaten fiyatlar almış başını gidiyor. İnsanları sokakta bırakamayacağımıza göre farklı çözümler üretmek zorundayız.
Üstelik yatay mimariyi savunanlar eminim ellerindeki arsaya imar izni ne kadar ise o kadarını hatta fazlasını kullanıyor. Herkes idealist ama iş cebe gelince hayat duruyor. 

İstanbul'da 150m2 bir arsayı 800 000 TL'ye satıyorlardı en son!  

Bir kentsel dönüşüm projesi başlayınca çok heyecanlandık. Dedik nihayet İstanbul modern bir kent olacak. Derme çatma yapılaşma bitecek, her şey yerli yerinde olacak.

Nereden bilebilirdik dönüşüm dedikleri aslında gecekonduyu yıkıp yerine 3 5 katlı bina yapılacağını. Sağda solda birkaç mahalle tamamen yıkılacakmış bu mu kentsel dönüşüm?
Sayın başkanım ne bir müteahhit tanırım ne de arsam var. Ancak nedir bu kat düşmanlığı anlamış değilim.

Fransa 60’lı yıllarda artan nüfus için dev binalar yapıp gettolar oluşturdu. Sonra baktı olmuyor küçücük binalar zorunlu dedi. Sonra ne oldu? Baktı arsa yok, yer yok, nüfus artıyor ev yok. Şimdi ne çok büyük ne de küçük binalar yani mahalleye göre kat sayısı veriyor. Hatta imkânı olan binalara ek kat izni veriyor.

Biz ise büyük binaları bırakıp yarın pişman olacağımız küçük binalara geçtik. Ya nüfus artışını durdurun ya da küçük bina sevdasından vazgeçin. İlla dev binalar olmasına gerek yok. Ancak insancıl olması yeterli değil mi? Elbet bunu kıyılar ya da boğaz için demiyorum. Oralarda kini mümkün olduğu kadar kazımak lazım. Ama geriye gittikçe illa dev sitelere de gerek yok. İnsanlar aidat ödemekten korkar oldu sitelerde.

Eski binalar


Yeni binalar



Kaldı ki hala anlamış değilim. Bir bina yapılırken yoldan bilmem kaç metre geriden başlatılıyor. Ama geriye alınılmasına rağmen ne yola ne kaldırıma faydası var. Çünkü akıllı müteahhit yerin dibine de daire yaparak zengin oluyor. Haliyle de önü açık olması için orayı eşiyorlar.

Kesinlikle artık eksi kotlara izin verilmemelidir. Geriye çekilen arsa payı kaldırım ya da otopark olmalıdır. Üstelik 10 tane 5 katlı ev yerine 5 tane 10 katlı ev yaparak binalar arası geniş tutulmalı, altı otopark zaruri olmalıdır.

Öyle falanca belediyeler gibi bir sefer ceza kesip belediyeye kar oluyor diye göz yummalar şeklinde değil. müteahhit akıllı adam. Veriyor 30 000 Tl cezayı satıyor 500 bin TLye. Bu cezalar bir seferliğe mahsus değil aylık olmalıdır ve denetimler ömür boyu olmalıdır. 
  
Vallahi bir önlem almazsanız çok yazık edeceksiniz. Sırf bizim mahallede her gün otopark kavgası yaşanırken 6 ay içinde 20’den fazla gecekondu yıkılıp yerine 10’ar daireli binalar yapıldı. Vallahi bir tanesi bile otopark yapmadı. Belediye daha yüksek binalara izin vermiyor. Ama her halde yeteri kadar büyük olmadığı için de otopark zorunluluğu getirmiyor. Ne yol genişliyor, ne kaldırım. Sonra da vay efendim itfaiye gecikti. Arabalar yakında herhalde otoyola bırakmaya başlayacak. 

Belki villada oturduğunuz için otopark sıkıntısı nedir bilemiyorsunuz sayın başkan!
İstanbul’da 5 dakika yola çıkmak zorunda kalmadan kaldırımda yürüyebilen yiğit varsa gelsin. Bina önündeki kaldırımlara araba park etmek zorunda insanlar. Mesele illa evin önüne park etmek değil, koyacak yer yok, ne yapsınlar?

Velhasıl demem o ki, fazla kat imkânı verin (şahsi istek terasları M² içinde saymak nedir anlamadım gitti), yer altına otopark, bodrum, çöp konteynerleri alanları yapılsın. Binalar arası ferah, yaşam alanları olsun. Çocuklar caddelerde oynamak zorunda kalmasın. Öyle bilmem kaç km uzakta büyük parklar yapmak sorunu çözmüyor.

Fransa'da oturduğum mahalle. Binalar çok yüksek değil. Türkiye şartlarında biraz daha yüksek olabilir. Ama dikkat ederseniz binalar bayağı geniş. Aslında birden fazla bina birleşmiş. Altında otopark, çöp konteyner yeri, bisiklet koyma yeri ve bodrumlar var.



2) Yollar

Ah yollar ah!  

Sayın başkanım, yollarımız yol değil, kaldırımlarımız kaldırım değil. Neyin ne olduğu hiç belli değil. Neden bizim sokaklar hep çukur? Neden sürekli her yer delik deşik? Hiç mi Avrupa’da gezmediniz? 

Nedir yani bizim havamız mı bozuk suyumuz mu?

Eskiden sanırdık ama hala aynı. Gelen kazıyor yarım yamalak kapatıp gidiyor. Ertesi günü öbürü geliyor kazıyor kapatmadan gidiyor.

Vallahi ağlayasım geliyor. Sabah bir kalkıyorsun belediye gelmiş asfaltı kazıyor. Giden arabalar kurtarmış kalanların günahı ne? Hiç mi plan, program yok siz de?

Bir hafta önceden levhaları asıp şu tarihten şu tarihe burada çalışma yapılacak, park etmeyin deseniz ölür müsünüz? Yoksa sabah kalkınca kafanız nereye eserse orayı mı eştiriyorsunuz?

3- Trafik

Elbet trafik sizin öncelikli alanınız değil. Ha pardon cezaları kesip payları aşırmak konu ise sizin alana giriyor. Elbet cezalar olacak yoksa bu millet akıllanmayacak ama adaletli cezalar lazım. Öyle her 10 metreye tedes yerleştirmek kolay. Peki hangi trafik sorunu çözmüş ki?

İstediğiniz kadar Metro yapın trafik asla çözülmez. Siz bir metro yapana kadar kaç araba alınıyor, kaç çocuk doğuyor biliyor musunuz?

O halde en azıdan insanların hakkına girilmesini engelleyin. Mesela Bağcılar Tavukçuyolu caddesi. Sözde çift gidiş, çift geliş. Ama park yok! Kamyonlar, arabalar yolun kenarına park ediyor. Ne yapsın havaya mı assın? Ama ne oluyor bu sefer, bazı arabalar sağdan gidiyor bakıyor araba var sola kırıyor. Böyle böyle trafik allak bullak oluyor. Halbuki madem o bölgede seçenek yok bir şerite insin. Otopark olsun ki tek şerit üzerinden herkes adım akıllı gitsin. Böyle binlerce yerler var. Yasak demekle olmuyor bu işler. Alternatif sunmadan neyi yasaklıyorsunuz?



Bu resimde otoparkın yeri belli, yollar belli, bisiklet yolları belli. Öyle sadece belirli yerler için de değil. Tüm şehir böyle.

Tıpkı otoyollarda ki gibi. Siz saatlerce kuyrukta bekleyin adım adım ilerleyin. Ama akıllılar emniyet şeridinden vızır vızır geçsin. Ne polis oralı olsun ne başkası. Cezası var deyip güldürmeyin beni. Cezası olsa bu kadar geçen olmazdı.

Böyle trafikte yarım saatte varmam gereken yere ben neden bir saatte varayım? Hak mı hukuk mu bu şimdi? En sinir edici yanı da o noktayı arabaların kavşakları kilitlemesi. Kavşağı geçince yollar nasıl da akıyor…

Vallahi bu konuya önem verin. Bakın istihdam edecek imkânlar arıyorsunuz. Sırf bu iş için yüzlerce adam alınır. Ben nasıl yavaş yavaş ilerliyorsam o da bekleyecek. Böylece trafik çok daha iyi ilerler. Allah aşkına bazı otoyol çıkışlarına ve kavşaklarına bir bakın neden kilitleniyor? Şile otoyolundan Beykoz veya Kadıköy TEM çıkışları neden kilitli bir bakın. 3 şeritli yol nasıl 6'ya çıkıyor bir bakın.

3- Çöpler

Bir zamanlar çöpler dağ olur patlardı. Sonra Recep Tayyip Erdoğan geldi çözüm üretti. Ve siz hala o zamanın çözümü ile devam ediyorsunuz. Ya Allah aşkına hangi modern bir kentte çöpler sokaklara bırakılır söyler misiniz?

Her binanın kendi çöpü olsun artık. Sokağa çöp bırakmak yasaklansın. Belediyeler 50 sefer vaktinde çıkartın dese de sabahın köründe bırakıyorlar işte kapıya. Ceza kesin, çöp konteynerlerini artırın. Vallahi utanıyoruz. Hastalıklara davetiye çıkarıyor, komşular arası kavga sebebi.



Bizim mahallede bir tane koymuş belediye. Hemen doluyor. Demek ki insanlara imkân tanınsa düzgünce atacaklar. Ama yok, kolayı seçmeyi tercih ediyoruz.    

Velhasıl sayın başkanım. Kusura bakmayın böyle pervasızca yazdık. Ama konu o kadar mühim ki önümüzdeki yüzyılları ilgilendirebilir. Bu yenilenme sürecini bir daha yakalama fırsatımız olmayabilir.
      

28 Ocak 2017 Cumartesi

La laïcité au cœur des débats de la primaire socialiste


Alors que tous les sondages prédisaient la victoire au premier tour, Manuel Valls était très déçu de seconde place qu’il a obtenue lors du premier tour à la primaire socialiste. Pourtant, il croit encore à sa victoire et revient à la charge afin de mobiliser son camp.

Démuni du soutien d’Arnaud Montebourg qui a fait pratiquement 18%, Manuel Valls sait désormais qu’il ne peut compter que sur la mobilisation de ses partisans abstentionnistes.
C'est dans ce climat tendu que les deux hommes ont fait leur dernier débat télévisé mercredi soir. Contrairement à ce qui est était attendu, les deux hommes ne se sont pas affronter directement mais en clairement afficher leur désaccord aussi bien sur les sujets de la société que sur le plan économique.

Pourtant depuis quelques jours, les relations n’étaient pas au beau fixe entre les deux prétendants à la candidature. Ainsi, Manuel Valls était le premier à s’en prendre à Benoit Hamon  sur son thème favori qui est la laïcité. Pour Manuel Valls, la position de Benoit Hamon est non seulement ambiguë mais aussi mène vers un communautarisme. Pour Valls il n’y a pas de doute : "il est le seul apte à lutter contre un Islam radical."

Il n’aura pas fallu attendre longtemps pour que les proches de Manuel Valls continuent dans ce sens. Ainsi Malek Boutih, déclarait dans le quotidien 20 Minutes que "Benoît Hamon est en résonance avec une frange islamo-gauchiste et fait un appel du pied électoral." Alors que jusqu’à présent, seule la droite utilisait ce terme, désormais, une partie de la gauche aussi se l’approprie.

Les attaques contre Benoît Hamon ne s’arrêtaient pas là. Ainsi le journal Libération rapporte les propos suivant "Benoit Hamon est le candidat des frères musulmans." d’un ancien ministre sous couvert d’anonymat.

De son côté, l’entourage de Benoit Hamon a réagi aux attaques de Manuel Valls. Lors d'une conférence de presse, Mathieu Hanotin, directeur de campagne, déclare que la vision de la laïcité de Benoit Hamon "est celle d’Aristide Briand, celle qui permet le vivre ensemble"

Contrairement à Manuel Valls, Benoit Hamon déplorait la stigmatisation des musulmans au nom de la laïcité. Bien avant les primaires et l'annonce de l'abandon de la candidature de Hollande, l'été dernier sur la radio RTL il avait appelé à "arrêter de faire de l'islam un problème de la République."

Pour le sociologue et chercheur sur les questions de l’Islam Nabil Ennasri estime que "cette sortie montre la fin de Valls qui coïncide avec la chute de Hollande : celle-ci marque la fin de la gauche de gouvernement regroupé autour du PS. La gauche va désormais se réinventer en dehors du PS qui semble vivre ces derniers moments." 

Ces thèmes sont revenus pendant le débat télévisé. Benoit Hamon s’est plaint "du procès d'intention" intenté contre lui. "Chaque fois qu'un dogme, a imposé ses convictions aux autres, je le combats. Mais quand une femme veut porter librement le voile islamique, il en existe ; au nom de la loi de 1905, elle est libre de le faire" a voulu précisé.

Lors du débat, Hamon a répété que sa vision de la laïcité était celle d'Aristide Briand. De son côté, Manuel Valls, quant à lui a dit que celle de lui était celle "de Caroline Fourest, d'Elisabeth Badinter". Ces deux femmes estiment qu'il n'y a pas de femmes libres avec le voile et qu'elles sont uniquement forcées de la porter. 

 C'est ainsi que Manuel Valls s'est défini en la faveur de ces femmes opprimées selon lui : "Notre rôle, c'est de ne jamais de stigmatiser. Mais c'est de dire à ces femmes et ces jeunes filles, qui vivent cet ordre machiste que nous sommes là pour les aider à s'émanciper."

Pour l'islamologue, Yanis Mahil, nous confie que Manuel Valls a un objectif précis: " Il polarise, il manipule, et tente de nous faire oublier son bilan catastrophique en tant que premier ministre."

L'attitude de Manuel Valls inquiète énormément les musulmans de France. Pour l'islamologue, Yanis Mahil, Manuel Valls " n'a pas la stature d'un chef d'État qui se doit d'être responsable et rassembleur."

Manuel Valls obsédé par l'Islam

Dans la plus part de ses discours, Manuel Valls reprend pratiquement à chaque fois les thèmes de la laïcité et de l'Islam.  Yanis Mahil affirme que Valls " met son obsession anti islam au cœur des primaires pour encore ajouter de l'amalgame et de la tension."

Il estime que ses propos vont même très loin dans «l'islamo paranoïa» avec "des accusations de liens avec l'islam radicale à l'encontre de ses adversaires politiques et des accusations ambiguïtés contre tous ceux qui refusent la surenchère."

Cette politique de surenchère peut-elle être payante?   En tout cas, Mahil est "triste de voir un visage piètre de la politique." Pour lui il n'y a pas de doute. "Certains sont prêts à tout pour le pouvoir y compris diviser les français et attiser les haines" conclut-il.

Dimanche, lors de second tour, le taux de participation va être décisif tout aussi bien que le score du gagnant.

En effet, Benoit Hamon lui-même avait déclaré sur France Inter le 18 janvier dernier que le taux de participation était crucial. Ainsi, il avait affirmé « S’il y a peu de participants à cette primaire la légitimité du vainqueur sera faible. S’il y a beaucoup de participants, elle sera indiscutable. »


Lors du premier le tour, la participation avait été mitigée d'autant plus que le chiffre exact n'a pu être communiqué que quelques jours plus tard. Dorénavant, c'est la baisse ou la hausse qui va être scrutée à la lettre inévitablement.   

Une députée turque de l'opposition sème la zizanie au parlement!

1 millions 189 mille livres turcs  c'est le montant record de la facture qu'a reçue l'Assemblée Nationale Turque. Le montant très élevé a donné lieu à des débats violents au sein du bureau de l'assemblée (Baskanlik Divan) sans pour autant que le nom de cette membre soit révélée.

Lors du la réunion du bureau de l'Assemblée, certains membres auraient insisté pour connaître le nom de la personne. Mais, les membres n'ayant pas accès à la liste détaillée des dépenses, le nom n'avait pas être dévoilée.

Pour autant, plusieurs médias turcs dont notamment le journal Haberturk rapporte que cette député serait Elif Dogan Turkmen membre de l'opposition CHP.

D'après les règles de l'Assemblée Nationale Turque, tous les députés ont droit à deux fois le montant de leur salaire en tant que frais de communication.

Or, les 38 membres du bureau de l'Assemblée n'ont pas de limitation en frais de représentation. C'est ainsi que le journal Milliyet rapporte que la députée a pu arriver à ce montant exorbitant. Le quotidien rapporte également que la même députée serait déjà à 750 000 livres turcs pour l'année 2017.

Si pour le moment, il n'est pas possible de connaître la cause de l'exposition de la facture, le journal affirme que les frais de communications enveloppent aussi bien les appels téléphoniques, les sms ainsi que les courriers.  

Le journal Hurriyet dans son édition web affirme également que le leader de l'opposition a été très remonté contre son député et lui a demandé de faire plus attention.

La députée Elif Dogan Turkmen s'est défendu en disant que de temps en temps elle passait des appels et envoyait des courriers dans le cadre de son travail et qu'elle ne savait absolument pas le prix facturé pour ces services.  

D'autres frais en hausses spectaculaires

Un membre du bureau de l'Assemblée aurait déclarait au quotidien Milliyet que le montant alloués aux 38 membres aurait explosé en 2016.
Ainsi parmi les membres, rien qu'un aurait fait plus de 500 000 km en voiture toujours à la charge des contribuables. D'autres membres auraient profité, pour suivre des formations qui ont coûté entre 50 et 100 mille dollars.


Suite à la révélation de cette information, l'assemblée nationale travaillerait sur la limitation de ces frais. Par ailleurs, plusieurs citoyens ont réclamés le remboursement de ces sommes sur les réseaux sociaux.  

2 Aralık 2016 Cuma

Kötü adama biçilen röl Türkiye'ye saldırı ön hazırlığı mı?

Batı dünyası son yıllarda Türkiye’yi insan haklarını çiğnemek, basın özgürlüğünü kısıtlamak, katliam yapmak gibi konularda suçlamalarda bulunuyor.
Özellikle FETÖ’ye bağlı medya cambazları Batının desteğini alabilmek için her türlü yalan bilgileri gerçekmiş gibi sunarak Türkiye aleyhine kamuoyunu etkileme çalışıyor.

Görünürde FETÖ ile hiçbir bağlantısı olmayan bazı batılı gazeteciler Türkiye aleyhine akıl almaz suçlamaların yanı sıra gazetecilik sınırlarını aşarak kabul edilemez hakaretler yapıyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’de pek tanınmayan ama Fransa’da kendinden çok söz ettiren Jean-Paul Ney adında bir gazeteci bir anda Türkiye gündemine bomba gibi girdi.

Gaziantep’te tutuklanan Fransız gazeteciye sözde destek vermek için twitter hesabından Avrupa Birliğinin uyarı için Erdoğan’ın Sarayının bombalaması gerektiğini ve bu pislikten kurtulmak gerektiğini” yazdı.


Twiti gören Türklerin büyük tepkisi üzerine daha önce Fransa’da görev yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın danışmanlarından Saadet Oruç görünüşte psikopat imajı veren bu adama twitterden cevap verince tartışmaların boyutu bir anda daha da ateşlendi.

Jean Paul Ney bu cevap karşısında sadece engellemekle yetindi ve Fransız kamuoyunu yanıltarak Türkler tarafından Erdoğan’a diktatör dediği için linç edildiğini iddia etti. Cumhuriyet gazetesi de suikast çağrısını görmezden gelerek Saadet Oruç’un gazeteciye hakaret ettiğini savundu.   Gazeteci kimliği ile seçilmiş bir lidere suikast çağrısı yansıra Periscope hesabından canlı yayın yaparak İngilizce çok daha ağır hakaretlerde bulundu ve haddi bir kez daha aşarak Erdoğan’a tecavüz edilmeli dedi. Annesine de hakaret eden Ney hızını bir türlü alamayarak Erdoğan’ın darbeden haberi olduğunu ve bilerek müdahale etmediğini iddia etti.


Peki sıkı bir Trump aşığı olan bu gazeteci kimdir? Geçmişine bakıldığında kendini terör uzmanı, siber saldırılar uzmanı gibi tanıtıyor. Birçok uluslararası medya ile çalıştığını Fransa’da Canal+ ve İtele için programlar ürettiğini daha sonra da bir derginin sahibi görülüyor.

Ancak tabir yerinde ise adam tam bir ruh hastası. Nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu anlamak için 2015’de attığı bir tweet var.

    

Burada ofise giderken havai fişekle gittiğini, halkı koruması gerekenlerin korumadığını bunun içinde kendi kendi korumak zorunda kaldığını yazıyor.

Aslında ilk mesele orada başlıyor. Tüm namını aşırı derecede ırkçılık ve Müslüman düşmanlığı üzerine kuruyor. Buna rağmen El Cezire gibi kanalların bu şahsı uzman diye canlı yayınlara çıkarması çok anlaşılır bir durum değil. Üstelik yaptığı analizlerin hemen hemen hiç biri tutmadığı gibi uçuk kaçık komplo teorileri ile dolu. Böyle olduğu halde neden birçok kanalın peşinde koştuğu bilinmiyor.

Çoğu zaman Arap ülkelerine gidiyor, zen Araplarla buluşuyor. 



Sosyal medya hesabından bilinçli bir şekilde “etkili” yerlerle irtibatta olduğunu ima ederek kendini değerli göstermeye çalışıyor.
Fakat uzmanlığı kısa sürede sınırlarını göstermeye başlıyor. Akibeti belli olmayan Air Malezya uçağının kaybolmasını bile anında teröristler tarafından kaçırıldığını kesin ifadelerle dile getiriyor. Öte yandan meslektaşlarına ve genelde insanlara karşı hiçbir saygısı olmadığı gibi hakaret etmekten geri durmuyor.

Örneğin Snowden ve Assange’ın alnının çatından vurulması gerektiğini ifade ederken Fransa’nın Kömünist gazetesi hakkında argo kelimeler kullanıyor. Tercüme etmek istemediğimizden orijinal versiyonda verelim.

Öte yandan Mısır’da yapılan darbeye destek verirken Müslüman Kardeşlerin öldürülmesini alkışlıyor.

Şimdi kısaca yaptığı şahane eserleri ele alalım:

  • İlk olarak 2000 yılında şiddet uygulayarak hırsızlıktan hüküm yiyor. İlerde bu olayı hırsızı kovalarken kimliğini düşürdüğünü iddia ediyor.

  •  Babası polis olmasına rağmen 2002 yıllarında sosyal medyada polislere hakarette bulunuyor.
  • 2003 yılında meşhur olabilmek için dönemim ünlülerine sosyal medyadan hakaretler yağdırıyor. Buna rağmen ve yine anlaşılmaz bir şekilde içişleri bakanlığında güvenlik görevlisi olarak giriyor ve bakanlığa ait çok gizli erişim hakkı veren bir Kartı çalarak hüküm devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan mahkûm oluyor.  
  • Yine 2003 yılında çok ilginç bir olay oluyor. Burası ilerisi için çok önemli. Bilgisayar hackerleri ile ilgili bilgiler veren bir sitede yazı yazarken aynı sitenin webmasterın korsancılıkla ilgili yazısından dolayı deliye dönüyor. Anlaşılmaz bir şekilde o kişiye hakaretler, tehditler yağdırıyor. Hem kendini hem de eşini tecavüz edeceğini, çocuğunu da katledeceğini söylüyor. Kendisini ilgilendirmeyen bir yazıda bu kadar deliye dönmesinin sebebi nedir bilinmiyor ama olay mahkemede bitiyor ve hapis cezası, para cezası ve psikolojik tedavi mecburiyeti getiriliyor. Birkaç ay hapis yatıp çıktıktan sonra olayı 2000’li yıllarda bir tarikat hakkında yazdığı haberden dolayı komploya uğradığını iddia edip Fransa adaletine güvenmediğini söylüyor. 



  • En şahane eserlerinden biri de Fil Dişi sahillerinde yapılacak bir darbeden haberdar olması ve ilk planda olmak için oraya gitmesi. O kadar narsisik tavır takınıyor ki darbenin olacağını birkaç gün önceden sahte isimle de olsa bir sitede duyurunca istihbarat bunu takip ederek darbeyi önlüyor. Darbeci generalle, darbe başarılı olmuş gibi röportajı ortaya çıkıyor. Birkaç ülkede daha girişimleri olduğu iddia ediliyor.


Bu konuda çok bilgiler var ancak darbeyle doğrudan ilişkisi olduğu videolar ortaya çıkıyor fakat her ne hikmetse tüm Fransız sitelerinde görüntüler tek tek kaldırılıyor. Gerekçe olarak da telif hakları gösteriliyor! Ancak bir Rus sitesi görüntüleri yayınlamaya devam ediyor.

Videolara buradan ulaşabilirsiniz. https://rutube.ru/video/person/638364/

Burada mahkûm olup 5 ay yattıktan sonra serbest kalıyor. 20 yıl hüküm giymesi gerekirken kimler tarafından serbest bıraktırıldığı bilinmiyor. Ama o dönemde Sınır Tanımayan Gazeteciler Derneğinin (RSF) desteğini kaybediyor. O dönem RSF’ın başkanı şimdiki Irkçı Partiden belediye başkanı Robert Menard’ın yüzüne tükürdüğü iddia ediliyor.

Bu kadar sabıkalı olduğu halde Fransa sosyal medyasında argo konuşmalarıyla bir fan grubu oluşturmayı başarıyor. Bu grubu kullanarak da Televizyonlara uzman olarak çıkıyor.

Ünü o kadar yükseliyor ki ilk defa bir gazeteci İsrail ordusunda “kılıç” (Khérev) olarak bilinen piyadelerle röportaj yapma hakkına sahip oluyor. Şiddete, silahlara merakı olan, sürekli elinde silahla poz veren bu kişi bu piyadeleri aklama belgeseli hazırlıyor.





Bu yıllarda ünü daha da artan bir gazeteci oluyor. Artık durdurulamaz yükselişi sayesinde kah istihbarat uzmanı, kah terörizm uzmanı olarak canlı yayına ilk çıkartılanlardan oluyor.
Ama ilginç bir şekilde, aynı anda psikopat kimliğini de ön planda tutmayı tercih.


Yayınladığı resimlerle de gayrı ciddiyetten uzak bir algı yaratıyor. 




7 Ocak 2015 yılında Paris saldırısı sırasında yayın yasağına uymayarak ve istihbarattan bir dostu sayesinde Kouachi kardeşlerin kimliğini açıkladığı için mahkemeye veriliyor.


İşte burada bir takım ilişkiler çıkmaya başlıyor. Bu ilişkilere geçmeden önce ön bilgi vermek lazım. 2000 yıllarından beri sürekli mahkum olan, yüklü miktarlarda tazminat ödemesi gereken Jean Paul Ney bugüne kadar hiç kimsenin parasını ödememiş. Ünlü olmasına rağmen üzerine ne mülk var ne de hesaplarında para. Böyle beş parasız birinin avukatlığını kim yapar? Fransız devletine karşı Ney’i savunan Sévag Torossian oluyor. 

Ermeni lobisinin çok yakından tanıdığı bu kişi aynı zamanda Ermenistan Büyükelçiliğinin de avukatı.En önemli görevi ise Uluslararası Ceza Mahkemesinde Avukatlık yapabilecek 650 kişiden biri.Darbecilere karşı Uluslararası Mahkemelerde yargılatmaya çalışan biri resmen darbeye karışmış birinin savunmasını üstleniyor. Peki böyle biri Ney gibi bir psikopatla ne alakası olabilir? İlk bakışta Ermeni lobisinin girişimi olarak görülse de bağlantılar çok daha farklı yerlerden geliyor.

Beş parasız adamı ünlü bir avukatın savunması için çok büyük ilişkiler ya da büyük paralar gerekiyor. O halde asıl mesele burada başlıyor. Jean Paul Ney aleni olarak bilinen bir ilişkisi var. Evli değiller ama beraberliklerini hiç gizlemediler ve sosyal medya hesaplarından resim paylaşıyorlar. Eşinin adı Frédérique Romano ya da eski eşinin soyadını kullanmaya devam ettiği için Frédérique Romano-Scialom.


Ney’in eşi Torossian ailesinden oğul Nicolas Torossian ile yakından arkadaş. Ailece görüşüyorlar ve sık sık lokantada buluşup resim paylaşıyorlar. Böylece ünlü avukat ile nereden tanıştığını görmüş olduk.  
Ünlü avukat tarafından savunulmak Ney’e yeterli kurtarmaya yetmiyor ve dava gizliliğini ihlal ettiği için mahkûm oluyor.

Her hâlükârda Ney’in eşi çok ünlü ve zengin bir ailenin kızı. Romano ailesi zenginliği kadar kirli ilişkileri de ön plana çıkıyor. Tanınmış bir avukata müracaat etmek onlar için sorun değil.

Romano ailesinde ipler babanın elinde.

Kendisi Yahudi asıllı ve bu alanda çok farklı çalışmaları var. En önemli çalışmalarından biri Fransa-İsrail Vakfının kuruluşunda yer alması. Hala da yönetim kurulunda görev yapıyor.

Yönetimde yer aldığına dair resmi basın açıklaması. http://www.consistoire.org/communiques/45.nicole-guedj-reelue-a-la-fondation-france-israel

Bundan sonrası çok daha önemli. Bu kişinin kendine nasıl bir misyon yüklediğini anlatmaya yetiyor. Ayrıca lobi çalışmalarının nasıl ve hangi imkânlarla yapıldığını gösteriyor.

Baba Romano bir yatırım şirketi kuruyor. Yapacağı işi duyunca yatırımla ne alakası var diyebilirsiniz ama işte “gerçek” yatırım bunlar değil mi?
“Öğrenci Savaşçılar için Dominique Romano bursları Fonu” adını verdiği bu fonla İsrail için okulunu yarıda bırakıp savaşa gidenlere öğrencilere yüksek miktarda para aktarıyor. Ayrıca İsrail üniversitesinde okuyan çok yetenekli gençlere araştırma-geliştirme için kaynak aktarıyor.  
Bu fon hakkında bilgi almak için “Fond de bourses Famille Dominique Romano pour étudiants combattants” şeklinde internette arama yapılabilir.
Öğrencilere yüksek miktarda paralar vererek daha sonra okula dönmelerini sağlıyor. Bu fonun kaynağı nedir hiçbir yerde bilgi alınamıyor.

Öte yandan Dominique Romano dünyanın birçok yerinde özellikle de vergi cenneti olan ülkelerde onlarca şirketi var. İsmi ile arama yapıldığında bu şirketler ortaya çıkıyor. Vergi cenneti ülkelerin seçilmesi tesadüf değil.

Ne kadar güçlü olduğunu görmek için bir örnek verelim. Nestle markasının pazarladığı Nespresso kapsül kahveler var. Normalde bu kahve makinesini ve uyumlu kapsülleri sadece Nestle satıyor. Ama Romano’nun ortak olduğu bir şirket bu tekeli kırarak uyumlu kapsüller satmaya hak kazanıyor.


İşte Jean Paul Ney ile ilişki burada başlıyor. Bu gazeteciyi en çok kullanan medyalardan biri de İ24News adında bir televizyon kanalı. Fransızca – Arapça ve İnglizce yayınları da olan bu kanal dünyada İsrail hükümetinin sesi gibi davranıyor ve Siyonizm’in en önemli kanallarından biri.
Böylece Dominique Romano, Jean Paul Ney’i bu kanallarda çıkmasını sağlayarak kendi çıkarları doğrultusunda konuşmasını zorunlu hale getiriyor.

Şimdi Jean Paul Ney ne zaman olduğu belli olmamakla beraber Fransa’yı terk ettiğini söylüyor. Sosyal medyada çıktığı yayınlarda Çin’de olduğunu iddia ediyor. Fransa’yı terk etmesinin gerekçesi olarak kendi ifadesiyle şunları dillendiriyor : “Fransa beni haksız yere yargılayan boktan bir ülke, çok fazla İslam var, çok fazla Filistin yanlıları var, ailemin güvenliğinden endişe ediyorum, vs… vs..”

Bu arda kendisinin çocuğu olmadığını ve eşinin eski kocasından 3 çocuğu olduğunu hatırlatalım.

Fransa’dan o kadar nefret ettiğini bildirmek için de canlı yayında Fransız pasaportunu yakıyor. Yalnız dikkat edildiğinde pasaportun eski olduğu ve yeni çipli pasaport olmadığı görülüyor.

Fakat Fransa’dan apar topar kaçmasının sebebi biraz daha derinden araştırıldığında çok daha kirli işler ortaya çıkıyor.

2015 yılında Amerikan adaleti 5 yıl süren bir bilgisayar hackerliği olayını ortaya çıkıyor. Onlarca şirketi ilgilendiren ve 100 milyon dolardan fazla dolandırıcılığa son verilen olaya
2 tane de Fransız şirketinin adı geçiyor. Aslında sistem çok basit: Ukrayna’da yaşayan 2 hackere bazı şirketlerin listesi veriliyor.
O hackerlerde özellikle yıllık bilançolar açıklanmadan önce sır gibi saklanan ve dünyaya aynı anda duyurulan basın açıklamalarını çalarak şirketin sonuçlarından herkesten önce haberdar olmalarını sağlıyor. Böylece duruma göre ya yeni hisseler alınıyor ya da hisseler değer kaybetmeden satılıyor.

Bu sayede o 2 fransız şirketi bir gecede 5 milyon dolar kar ediyor.




Şimdi adı geçen iki Fransız şirketinden birini yakında inceleyelim. İbranice’de “savaşçı” manasına gelen “Guibor” aynı zamanda Ariel Sharon’un da lakabı!

Peki bu şirketin başında kim var? Resmi şirket bilgileri veren siteden baktığımızda karşımıza yine Dominique Romano çıkıyor!


Ortakları arasında Jean Paul Ney’in dostu Frédérique Scialom var. Eski kocasının soyadını kullanmayı tercih ediyor.
Ve diğer bir ortak da daha önce bahsettiğimiz Fransa-İsrail vakfının başkanı Sarkozy’nin eski bakanlarından Nicole Guedj.

Bu kişiler yine aynı şekilde birçok benzer işler yapan şirketlerde ortaklıkları bulunuyor. Yani zenginlerin parasını yatırıma çevirip para kazandırıyorlar. Yatırım olarak da genel de hisse senetleri alıp satıyorlar.  

Bu olay FBI tarafından takip edilmeye başlanınca aslında Fransa’yı terk eden Jean Paul Ney değil, onunla beraber girmek zorunda kaldığı eşi Frederique Romona-Scialom!

Resmi olmamakla birlikte güvenilir kaynaklarımız Frederique Romano’nun Paris bölgesinde evini satmaya çalıştığını söylüyor.



Burada yoruma dayalı bir bilgi vermekte fayda var. Çocuklarının babası olmadığı halde bir adamın kaprislerine katlanıp evini barkını satarak kimse Çin’e gitmez!
Buna inanmak çok güç. Ama FBI bu olayı takip ettiği ve başka dolandırıcılık olaylarının olup olmadığını araştırması gayet normal. Bu nedenle de büyük ihtimal FBI, Guibor şirketinin ortakları ile görüşmek istiyor.

Ancak baba Romano ve eski bakanın konumu itibari ile dokunulması güç görünüyor. En zayıf halka kız Romano oduğuna göre kimler apar topar kaçmalarını istemiş olabilir?    

FBI olayın peşini bırakacak gibi gözükmüyor. Çünkü ortaya çıkan dolandırıcılık sadece kırıntılardan ibaret olduğu biliniyor. Bu tür şirketler milyar dolarlarla oynuyor. Kolay kolay da teslim olmayı düşünmüyor.

Aşağıdaki belge ABD devletinin şikâyeti. Belgenin aslına ve tamamına bu linkten ulaşabilirsiniz. https://www.sec.gov/litigation/complaints/2015/comp-pr2015-163.pdf

  

Bu dolandırıcılık olayının 2010-2015 arası sürdüğünü daha önce belirmiştik. Olayda adı geçen şirketler ABD devleti ile mahkemeye gitmeden anlaşmayı tercih etmiş. Mart 2016’da yapılan anlaşmaya göre Guibor şirketi ABD’ye 4,2 milyon dolar tazminat ödemeyi kabul etmiş.


Anlaşmaya yine ABD resmi sayfasından ulaşabilirsiniz : https://www.sec.gov/litigation/litreleases/2016/lr23498.htm

Peki şimdi asıl soruya gelelim. Neden Türkiye bir anda Jean Paul Ney’in gündemine geldi? Diktatör olarak gördüğü Erdoğan’ı bombalamak isteyecek kadar neden çıldırdı? Madem gerçekten diktatör olduğuna inanıyor, neden bir Fransız gazeteci hala tutuklu iken böyle pervasızca çıkışlar yaptı? Aklı başında bir gazeteci en azından meslektaşının güvenliği için susması ya da alttan almayı tercih etmez miydi?

Bu kişiyi sadece delidir ne yapsa yeridir olarak görülebilir mi? Böyle psikopat birisinin milyar dolarlarla oynayan şirketlerle içli dışlı olması şaşırtıcı değil mi?

Görülen o ki kendi başına asla hareket edemeyen, büyük yerlerden emirler doğrultusuna ilerleyen bu kişinin Erdoğan’a saldırması tesadüf olamaz. Birilerinin maşası olmaya alışık bir insanın birden bire “büyük işlere” kalkışması plansız olamaz.

Olay sadece batının klasikleşmiş kiliseleri ile “diktatör Erdoğan” algısını devam ettirmek de değil.

Dikkat ederseniz seviyeyi biraz daha yükselttiler. 15 Temmuz hayallerini suya düşürdü. Tüm planları alt üst oldu. Şimdi yeni planı devreye mi sokuyorlar?
Eğer hafızlarımızı tazelersek Batı bir ülkeye müdahale etmek istediğinde önce kamuoyunu hazırlar.

Müdahale edilecek ülke veya lideri hakkında akıl almaz suçlamalar yapılır. Vicdanlara hitap ederek yapılacak müdahalenin gerekliliği beyinlere kazılır. 

O çıkışların ardından ARTE kanalı da tamamen PKK propagandası yapan, Erdoğan gizli ajandası olduğunu iddia eden, sırf Kürtleri Kürt olduğu için katleden (Türkiye'de PKK yanlısı diye sunulduğuna dikkat edelim) yayınların ardı arkası kesilmiyor. 

Hiç bir şekilde Erdoğan destekçileirne söz verilmiyor, tamamen taraflı ve maksatlı yayınlar yapılıyor.    

Tayyip Erdoğan’ın son yıllarda AB’siz de olabilir tavırları, Dünya 5’ten büyüktür çıkışları rahatsız ediyor. Eskisi gibi kimse Türkiye’yi dizayn edemiyor. Bu kadar baskılara bazıları şapkasını alır kaçardı.

Erdoğan gücünü halkından alıyor. Ancak dikkatli olmakta fayda var. Algı operasyonları uzmanları sürekli çalışıyor.

Bu bağlamda tepkileri ölçmek için ön plana “deli” kimliği ile ön plana çıkan biri atılmış olabilir mi?

Bunun ötesinde diğer ihtimal de İsrail ile yapılan anlaşma Azılı Siyonizm yanlılarının pek hoşuna gitmiş görünmüyor. Rahatsızlıklarını bu şekilde güç gösterisi yaparak mı dile getiriyorlar.

2011’de Netanyahu Fransa-İsrail vakfına teşekkür ve tebrik mektubu göndererek vakfın hükümet ile ne kadar içli dışlı olduğunu gösteriyor.



Ayrıca Netanyahu ortaklıkların uzun yıllar sürmesini temenni ediyor. Belki de bazı gelişmeler bu ortaklığın arasına kara sular girmesine sebep oldu. O yüzden Erdoğan bir takım güçler tarafından hedef tahtasına oturtuldu.


Önümüzde ki günler bunu daha net gösterecek.